Hayatı Hep Birlikte Yaparız
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu
düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta
bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.
Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken
"niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu,
neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi
yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.
İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden,
beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.
Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu
insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu
çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.
Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz,
kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz,
yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.
Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...
Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz,
eğlenceli mi değiliz?
Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,
bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele
açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa
bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.
Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.
Neden varsa çare vardır çünkü.
Ama nedensizlik...
Bu öldürücüdür.
Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.
Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık. Çok
uzun yıllar önce... Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni
tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.
Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.
Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.
James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda
gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş,
sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı. Ama işler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan
nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra
kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan,
ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine
getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş,
istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz
bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu
intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara
götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim
olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek
kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her
şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına
bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım,
sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun...
Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
“Kardeşim ne zaman öldü”, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...
Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu
kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu
ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve
sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp
kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen
hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba
bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para
kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan
ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla
değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği
ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır,
her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve
oyuncak dönüp durur.
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de,
hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü,
aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi,
birçok olayın farklılaştığını,
herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği
görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında
birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de
gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.
Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.
Cevaplar ararız.
Bulamayız genellikle.
Cevaplar vardır aslında.
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu
düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta
bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve
bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz
kendimize de hayata da başka türlü bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini"
gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.
Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.
Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.
AHMET ALTAN
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu
düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta
bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.
Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken
"niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu,
neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi
yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.
İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden,
beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.
Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu
insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu
çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.
Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz,
kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz,
yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.
Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...
Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz,
eğlenceli mi değiliz?
Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,
bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele
açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa
bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.
Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.
Neden varsa çare vardır çünkü.
Ama nedensizlik...
Bu öldürücüdür.
Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.
Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık. Çok
uzun yıllar önce... Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni
tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.
Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.
Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.
James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda
gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş,
sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı. Ama işler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan
nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra
kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan,
ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine
getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş,
istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz
bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu
intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara
götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim
olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek
kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her
şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına
bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım,
sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun...
Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
“Kardeşim ne zaman öldü”, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...
Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu
kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu
ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve
sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp
kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen
hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba
bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para
kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan
ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla
değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği
ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır,
her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve
oyuncak dönüp durur.
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de,
hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü,
aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi,
birçok olayın farklılaştığını,
herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği
görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında
birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de
gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.
Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.
Cevaplar ararız.
Bulamayız genellikle.
Cevaplar vardır aslında.
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu
düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta
bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve
bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz
kendimize de hayata da başka türlü bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini"
gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.
Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.
Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.
AHMET ALTAN
Yorumlar